Bilgi nedir? Her şeyin bir bilgisi var mıdır ?Elektron spinlerini dijital veri gibi kabul edip Evren’in bir bilgisayar olduğunu düşünmek nasıl bir hata olabilir? Yoksa bilgi sadece beyin tarafından işlenebilen ve aktarılabilen bir yargı mıdır? “Taş serttir.” dedimizde söylediğimiz yargı neredeyse her omurgalı canlı için geçerlidir,çünkü bu yargıyı oluşturmamıza sebep olan sinir sisteminin dokunma uyartısı alan kısımlarında oluşan elektrokimyasal tepkimeye bizim verdiğimiz ad “sert” tir.
Peki ya elektronların birbirini itmesini hissedemeyen bir canlı için o taş “sert” midir? Veya taş, herhangi bir bilinç sahibi olmadığına göre “sert” olması sadece onu niteleyen bilinç sahibine bağlı değil midir? Halbuki taş,sadece taştır. Bu durumu fark eden ilk filozoflar konuya el atmış ve olayı “taşın kendisi” ve “taşın özü/özelliği” gibi bir ayrıma bağlamıştır. Sorun şudur ki ilkel bir tanımlama olan “sertlik” bilimsel bir tanımlama olan “dayanıklılık” ile yer değiştirdiğinde böyle bir ayrım gereksiz kalabilmektedir. Taşa -veya herhangi bir maddeye- uyguladığımız basıncı ölçebilir ve taşın gerçekten “sert/dayanıklı” olup olmadığını anlayabilirsiniz ve bu sayede Evren’in sadece çok çok küçük bir kesimi için geçerli olan bir yargının doğruluğunu kanıtlamış oluruz.
Söz konusu bilgi veya bilinç olduğunda öne sunulan bir örnek vardır: “Kırmızı Problemi”.Bir insan kırmızıyı bilir değil mi? Peki, iki arkadaş düşünelim. Biri renk körü olsun ama olmadığını iddia etsin,diğeri de renk körü olmasın ama olduğunu iddia etsin. Renk körü olmayana uygulanan her testte renk görebildiği kanıtlansın.Renk körü olanın ise kırmızıyı algılayan koni hücreleri doğru şekilde çalışmıyor olmasına rağmen renk körlüğü testlerini geçsin. O zaman, görmek nedir? Renk körü olmayan kırmızıyı görmüyor mu? Veya renk körü olan kırmızıyı görüyor mu? Hayır. Sadece testlerimiz yeterli değil. Bilinç/Bilgi edinme söz konusu olduğunda dualizmi savunmak için kullanılan bu örneğin kaçırdığı iki nokta vardır: 1-Testlerimiz yeterli olmayabilir. 2-Renk diye bir şey yoktur
İlk madde herkes için açık olduğu için ikincisini açıklayarak devam edeceğim. Ele aldığım prensip(okuyana not:Olimpiyat’ta bir alıntı veriyorlar size,ondan bahsediyorum) bilmeyi “kendi dışında herhangi bir şeyde bilgi temelini bulan,gerçek yargılara,istenildiğinde tekrar ortaya çıkabilecek yargılara sahip olmak demektir” olarak açıklıyordu. Bu durum renkler için ne kadar geçerli? Kırmızı ışığın dalgaboyunu – ~760 nm- algılayan hücreleriniz sağlam olduğu sürece kırmızıyı görürsünüz. Dağa doğrusu beyninizde oluşturulmuş “760nm lik dalga boyundan geldiğinde gözden gelen sinyal bu oluyor,bunu çevirdiğimizde de bu çıkıyor” algısını yaşarsınız.
Donanımınız (beyin) size çıktıyı “görsel” bir şekilde verir. Bu da bizi şu soruya iter: Herkesin donanımı farklı olduğuna göre,çıktı da farklı olabilir mi ?Yazımın tutarlılığına gölge düşürebilecek bu duruma sertlik konusundaki argümanımla geri geliyorum: Ölçebilmek. Her insanın beynindeki elektrokimyasal tepkimeler farklı olabilir, fakat bu durum bizim kırmızı dediğimiz ışığın ~760nm’lik dalgaboyuna sahip bir elektromanyetik dalga olduğu gerçeğini değiştirmez. Dolayısıyla “kırmızı”,kırmızıdır. Adının ne olduğu veya sizin bilincinizdeki yansımasının ne olduğu önemsizdir. Yine de koni hücrelerini oluşturan genler muhtemelen aynı olduğuna göre “Hepimiz aynı şekilde mi görüyoruz?” nazaran cevaplanmış olarak varlığını sürdürebilir.
Argümana şu ana kadar sadece “bilişsel bilmek” üzerinden yaklaştım,fakat Evren üzerinde bilgi taşıyan tek şey “beyin” değildir. Doğanın ürettiği iki muhteşem molekül son 3,5 milyar yılda, Dünya’nın gördüğü en büyük bilgi taşıma faaliyetini gerçekleştirmiştir. Bizim şu an uğruna öldüğümüz,sanatımızı yarattığımız,bize verdiği bilince tapındığımız canlılık bilgisi bu iki molekülle olagelmiştir. Değişebilen ve gelişebilen bu iki molekülün yarattıkları ve etkileri muazzamdır: Hayat ve ölüm.
Evren’in en temel kurallarından biri entropidir,”her şey en minimum enerji ve maksimum düzensizliğe sahip olmak ister”. Hayat/canlılık bilgisi ise bu kuralla dalga geçercesine daha düzenli sistemler kurmuştur.Bu durum tek bir temele dayanır: Kendini çoğaltabilme.
DNA ve RNA’nın kendi eşlerini üretebilmesi,bunu yapmaya devam etmesi,bunu yaptığı sırada sadece en iyi şekilde çoğalabilenlerin geride kalması sayesinde buradayız.Unutmayınız ki: “Canlılık,canlı olma bilgisine sahip olma ve bu bilgiyi aktarabilme yeteneğidir.” Canlılık bilgisine sahip olan sistemler kendilerini çoğaltmış ve geliştirmiştir. En başta çevreleriyle iletişimde veya etkileşimde bulunmayan tek hücreli canlılar zamanla duyumsal varlıklar haline gelmiş ve milyarlarca yıl gelişerek günümüzdeki gelişim seviyesine ulaşmış ve gelişmeye devam etmektedir. Peki,bu değişim nasıl var olagelmiştir?Bilgi,mükemmel değildir.
Bilgi mükemmel olsa bile taşınışı sırasında problemler yaşanabilir. (Günümüz tabloid dedikodu kültüründe yaşanan dezenformasyonların DNA’da da gerçekleşiyor olması bilginin evrenselliği hakkında bilgi veriyor olsa gerek) Bu taşınış sırasında var olan hatalar bizi gelişmeye iter. Tekrar argümanımıza geri dönelim: “… yani hakikat olan yargılara, istenidği zaman yeniden ortaya konabilecek olan yargılara sahip olmak demektir.” Schopenhauer’ın yanıldığı küçük bir nokta vardır: “Hiçbir bilgi kesin değildir.” ve “Her fizikçi bildiği her şeyin yanlış çıkmasını ister,çünkü ancak bu şekilde ilerlenebilir.” yani bu durumda DNA bilmenin gerçek değeri olan değişim kriterini sağlayabilmekle beraber Schopenhauer’ın verdiği kendini yineleyebilen bilgi aktarımını da gerçekleştirebilmektedir. Yeterince karmaşık bir molekülden fazlasıyla karmaşık bir beyne kadar olan gelişim hayret verici bir şekilde gerçekleşmiş olmasına rağmen bilmenin temeli aynı kalmıştır: Kendi dışında var olabilme ve yinelenebilme.
2013
Not:Teşekkürler Ekşi Sözlük yazarlarından Vulpius,o bunu bilmese de sayesinde bu yazıyı yazdım ve bu yazı sayesinde hayatımdaki belki de en ilginç şeylerden birini yaşadım.
2017
Comments