top of page

"Mağara alegorisi, ama insan davranışı" için. Her seferinde hissettiğim şey, küçük bir iğneyle deldiğim perdenin arkasından gelen ışıktan arkada ne olduğunu görmeye çalışıyor olduğum, fakat, okay güzel alegori ama, bunu ben her zaman düşünmüyorum ki. Çoğu zaman düşünmüyorum. Davranışı anlamlandırmayla sıkıntım sadece davranışı anlamlandırmaya çalıştığımda oluyor. Buradaki dil konusundaki şikayetlerim de aynı konudan. Düşündüğümde sorun yaşıyorum, ama düşünmediğimde de aynı belirsizlikteyim zaten. Belirsizlik değişmiyor, fakat bakışım farklı olduğu için anlam aramaya başlıyorum. Bilgi üretemeyeceğim yerlerde bilgi bulmaya çalışıyorum. Tabii genellemeler yapılabilir bazı noktalarda da, yani yapılamayacak noktalar var. Yapmanın yanlış olduğu noktalar var. Görüldü'de bunların hepsini anlattım, cidden, şemalar falan. (Link) Kaçırdığım nokta, bunu her zaman ve herkese yapmıyor olduğumdu. Huzurlu olmanın yolu tabii ki kimseye yapmamak. O zaman iş bitiyor.


Geçen gün sanırım Melay'a yaptığım benzetme gibi: Dışarıdan bazı bilgileri içine alıp işleyen bir alıcı olarak kendimi görmek yerine, herkesi -kendim dahil- hareket eden bir şeyler yapan parçacıklar olarak düşünmek, bu konuda yardımcı olacak gibiydi. Şu an neden yardımcı olacağını düşündüğümü hatırlamıyorum, fakat sanırım benim için herkesi ve her şeyi hareket eden varlıklar olarak düşünmek, diğer insanlarla olan etkileşimimi normalde arada hayal ettiğimden daha kolay algılamamı sağlıyor. Normalde (daha doğrusu son zamanlarda), özellikle davranışlarda anlam aramaya başladıysam, gözümün önüne anlamlandırmaya çalıştığım insan bir pencereymiş ve açıldığı bir sonsuzluk varmış gibi geliyordu, ama sonsuzluktan kastım her yöne "patlayan", eksponensiyel ilerleyen bir grafik gibi. (Alttaki resim (Wikipedia'dan çarptım) biraz iyi gösteriyor gibi. Hayalimde sanki ben ince kısımdan bakıyorum her insana ve o kişinin kendi hayatıysa geniş olan asla göremeyeceğim kısım)



Tekrarlayayım, aklımdaki model şöyleydi: Benim tüm gözlemim -x yazan kısımdan oluşuyor, ben bu kadar dar bir miktarda veriye sahibim, fakat bir insanın kendi yaşamı ve bilmediğim, söylemediği ,söyleyemeyeceği değişkenleri, zihinsel halleri vesaire olduğu için, kendi tecrübesi ise grafiğin geri kalanı gibi. Ben orayı asla bilemiyorum tabi ve bu benim için bir insanın denk geldiğim ve anlamını aklımda kesinleştiremediğim davranışlarının olası sebeplerini sonsuz kılıyordu. Böylesine zihin yorucu bir şekilde düşünerek yaşamaktansa Brownian motion modunda takılan insanlar düşünmek daha kolay tabi. Ona da Wikipedia'dan resim bulayım.



Ben bu resimde olduğundan daha yavaş hayal etmiştim tabi. Hatta çok fazla parçacık, çok fazla hareket ettiği için bu animasyon beni biraz germiyor değil.


Neyse.


Aklımdaki model bilinmezliği abartan bir halden, kişileri olduğu gibi kabul eden dağınık agent'lara döndüğünde biraz rahatlamıştım.


Bunların hepsini boşuna yazdım.


Konu bu modelleri bana düşündürten insanların sayısının azlığıydı.


Güvende hissetmiyorum. Konu bu. Bu kadar.


Güvende hissettiğim insanlarla "gözüm kapalı" dolaşabiliyorken, yani takılmadan yaşayabiliyorken, bazı insanlarla güvende hissetmiyorum ve beynimi aktif kullanmam gerekiyor. Acı bir şey var ki, intuition dışı hareketler, rasyonel davranma çabası, rasyonalize etme çabası - "mantıksızı" mantığa sığdırmayı deniyorum muhtemelen- sadece daha fazla hata yapmama sebep oluyor yani, "hata" da neyse tabi. Yapmam gereken sadece salmak, herkesle yaptığımı, anlamaya çalıştıklarımı da salarak devam etmek, intuition'ı kullan, devam et. Güvende hissetmiyorsan, belki de güvende değilsindir. Ve "belki de başka ihtimaller vardır" diyorum ve yine aklımdaki şemalarda kayboluyorum. Bilinemezi bilmeye çalışmak bir hata ve ben bunu deniyorum.


İlk cümleyi de biraz açarsam: Gerçekliği bilemeyiz, yani bilinç tecrübemiz tamamen güvenilir (var olduğunu kabul ettik diyebileceğimiz "objektif" bir gerçeklikle uyumlu) verilerden oluşsa bile, tüm var oluşu ( kainattaki her şeyi) bilemeyeceğimiz için veya başka insanların bilinçlerine erişimimiz olmadığı için, gerçekliği bilemeyiz. Gördüğümüz her şey, üç boyutlu gerçek ve renkli varlıkların iki boyutlu renksiz bir izdüşümü gibi oluyor dolayısıyla, yani veri kaybı olan bir boyut azaltımı gerçekleşiyor. Biz sadece gölgeleri görüyoruz.



Özet: Sal. Takıl.



Şu moda girip yanayım bir ara.






  • Yazarın fotoğrafıcingiler

Kum. Her şeydi. Altın Cehennem'de kaybolan herkesin elbet bir anlığına düşündüğü basit düşünce: Kum, her şeydi. Adımı battı. Ve diğeri de. Bazen, aradıklarının neden daha hareketli bir yerde olmadığını sorguluyordu. Bir ormanın içinde veya dağların arasına gizlenmiş bir mabette... Herhangi bir yer. Bu lanet çöl dışında herhangi bir yer olabilirdi. Bu çöl dışında bir yer var mıydı? Rüzgar başlamıştı. Rüzgar “yine” başlamıştı. Çöl grisi kıyafetleri,paçavraları rüzgarın dans çağrısına koşuyordu resmen. “Siyah. Keşke siyah olsaydılar. Daha çok yakışırdı ve en azından daha çabuk ölürdüm.” diye düşünürken kuma batıp çıkan ayaklarının artık bilinci dışında hareket ettiğini fark etti. Tepenin üstüne farkına varmadan varmıştı. Yüzünü örten kumaşı açtı, yüzünün kenarlarına başlığı çarpıyordu. Başlığı çıkarıp sırtına doğru çekti. Bir çöl yolculuğu boyunca kesilmemiş sakallar ve yarı uzun saçları çölden biraz daha koyu bir renkteydi. Rüzgar saçından bir perçemi gözünün önüne düşürdü. “Tanrılar daha iyi bir renk bulamamış” dedi, gülmek istedi, gülecek hali yoktu. Perçemi geriye doğru attı, tepenin üstünde çölün geri kalanına bakıyordu. Havada bir iki tane kuş gördüğünü sandı; kanatları tersti. “Serap” deyip geçti. Gitmesi gereken yeri biliyordu. Rüzgar iyice sertleşmeye başlamıştı. Saçları başından ayrılmak isterken sakalları rüzgarı okşuyordu. Sakallarını daha fazla kıskanmaya dayanamadı ve başlığı takıp kumaşı yüzüne örttü.

Tepeden aşağı inmeye başladı. Hedefi belliydi. Çölün sonundaki o, her ne ise, o şeydi. Cevabı orasıydı. Tepeden inmeye devam etti. Etrafını saran giysiler olmasa kum, tutunduğu rüzgarla derisinin her parçasını bileyleyebilirdi. Her değen rüzgarla üstündeki kumaşlar çığlık atıyordu. Yürümeye,tepeden inmeye devam etti. Kum ağır ve sıcaktı. Her adım, kor üzerinde yürümek gibiydi ve bitmiyordu. Susuzluğunu her nefes almayı denediğinde ciğerleri ve boğazı kumaşlarının çığlıklarına katıldığında fark etti. Onunla var olan her şey çölün oluyordu, çölün olacaktı. Yürümeye devam etti. Biliyordu. Az kalmıştı ve burada ölmeyecekti. Orada elbet birisi, birileri vardı. Hep olmuştu. Kitaplarda yazan, hikayelerde anlatılan bunlardı değil mi? “En az bir bekçi” dedi kendi kendine. Durdu. Düşüncesinde durması ayaklarının durmasına sebep oldu,ayakları yanmaya başlamasa rüzgara karışıp çöl olacaktı. Yürürken düşünesinde kaldığı yerden devam etti: “ Yaşayan bekçi demiyor. Ya-yaşayandır değil mi? E-evet. Evet.”. Kitaplar her zaman hayaletlerden söz etmezdi,ama varlıkları bilinirdi. Her mabedin bir hayaleti olurdu, eğer birisi o ruha zarar verecek bir şey yapmadıysa tabi. Çölün ortasında kimsenin orayı bulabileceğini bile düşünmüyordu. Bekçi orada olmalıydı. Yaşayan bir bekçi. Yaşayan insanlar...Birileri! Geçit vardı, bir şey vardı. Hatırlamıyordu. Çöl sadece bedenini değil zihnini de yakıyordu. “Peki ya kimse kalmadıysa, hepsi öldüyse? “ Bunu unutmak için çaba gösterdi. Rüzgar yönünü değiştirdi ve o unuttu. Nereye gittiğini ve ne yaptığını unuttu.

Gece olmuştu. Yıldızlara baktı. Yıldızlar ve bulutsuz bir gökyüzü. Donuyordu. Sahi, alışkındı donmaya. Ne zamandır çöldeydi. Ne zamandır çöldeydi? Yıldızlar. “Tamam bu Ülker, bu Altair, Deneb...” Koşmaya başladı. Nereye koştuğunu bilmiyordu. Tıpkı en son ne zaman gündüz olduğu ve Mabet'ini en son ne zaman gördüğünü bilmediği gibi.

Koştu.

Koştu.

Koşarken saçları dökülmeye başladı. Ciğerleri soğuktan işe yaramaz hale gelmemiş olsa belki nefes alamadığını da fark ederdi. Kasları çürüdü. Sürünmeye başladı. Mabet. Karşısında duruyordu. Yaklaştı ve yaklaştı. Çöl grisi elbisesi yıldız ışığında parlayan bir iskelet vardı. Mabet'e baktı. Taş bir piramit gibiydi. Kapıdan birisi geliyordu. Taş kapının sadece giri kutsallıkla aydınlanmıştı, o yüzden kimin veya neyin geldiği pek gözükmüyordu. Dışarıya siyah cüppeler içinde sarı saçlı bir çocuk çıktı. Başlığını çıkarıp elini yerde yatan yaşlı adama uzattı. Gözleri yıldız ışığıyla parlıyordu. Ruhu yıldızlarda dövülmüştü belki de...


“Gidiyorsun. Gel benimle” dedi çocuk.


İtaat etti adam.


Her biri yıldız ışığıymışçasına parlayan ruhlarla aydınlatılan bir koridordan geçtiler. Hiçbirinin yüzü yoktu. Hiçbirinin şekli yoktu. Etrafta süzülen siyah kumaş parçaları gibiydiler ve aydınlıkları hayranlık uyandırıyordu.


Yaşlı adam bunları düşünemiyordu.


Yaşlı adam itaat ediyordu.

Koridorun sonuna geldiler. Yarım bir küre şeklinde yıldız ruhlarıyla dolu taş bir oyuk tabut ya da sandık benzeri bir yükseltinin üstünde duruyordu. Yürümek, yaşlı adamın yaptığı son şey olmuştu. Bilincinin son dakikalarında çocuğa bakıyordu. Çocuk yavaşça yaşlı adamın cüppelerini açtı. Dudaklarından sözcükler bir şelale gibi akıp ışığa dönüşüyor gibi bir mırıldanması vardı. Çocuğun dudaklarından dökülen görünmez ışık çağlayanı çocuğun parmağını adamın göğsüne uzatmasıyla, parçalanan deri,akan kan ve göğse dağlanmış simgelere dönüşmüştü. Yaşlı adam sesini bile çıkaramadı. Oyuktan ruhlar yükseldi. Adamın göğsündeki her yarığı doldurdular. Çocuk:

“Bitti” dedi ve gülümsedi.

Yaşlı adamın hissettiği son duygu mutluluktu.

Ve her şey karardı.


Kum.Her şeydi. Altın Cehennem'de kaybolmuş herkesin elbet bir anlığına düşündüğü basit düşünce: Kum, her şeydi. Adımı battı. Ve diğeri de. Bazen, aradıklarının neden daha hareketli bir yerde olmadığını sorguluyordu.




2013-14, possibly 2014.

  • Yazarın fotoğrafıcingiler

Yıllardır yaptığım simya çalışmaları sonunda sonuç verdi. Altını fransiyuma çevirebilmek için sayısız kitap okudum. Sayısız tapınak ve üniversite gezdim, ama sonunda başardım, altını fransiyuma çevirdi-- NE?! Ne oluyor? Hoop, hoop! Tamam, tamam! HOOOP! Sakin ol oğlum. Oyun oynamak mı istiyorsun *parazit* Arkası aynı tavşan gibi fakat ön kısmı at ve kedi karışımına benziyor. Yaklaşık üç metre uzunluğunda ve 1.5 metre yüksekliğinde AAAAAAA *parazit* Beni üstüne bindirdi. Yavru olduğunu düşünüyorum nedense. Deneyi yaptığım yerdeki o parlaklık da ne? Yeşil bir ışık süzülüyor gibi ama ışık sıvı ve katı benzeri bir hal alıp tavana doğru, oğlum yavaş!.. akıyor. Bir dakika, oradan yükselen şey de ne?! Mor bir şapka mı o? Mor bir fedora, gerçekten küçük bir fedora, ve altında bir mavi balina, o da gerçekten küçük, 25 METRE FALAN. 30 cm'lik geçitten, ya da her ne ise, bunlar nasıl geçiyor lan? Anlamıyorum, tek yapmak istediğim simyaydı. Neden?.. O balina kuyruğu üzerinde mi yürüyor? Laboratuvarın köşesinde duran şemsiyeyi alıp dans etmeye başladı, ne yapıyor bu? Anlamamış gibi göründüğümü fark etti galiba, yine dans ediyor.


Belki de iletişim biçmi budur. Ketavat'ın - kedi, tavşan, at- büyülenmiş halinden faydalanarak üzerinden inip kolbastı yapıyorum. Balina neyi anlamadı acaba? Şapkası da hoşmuş. Bağırıyorum:


- ÜÇTÜR BEŞTİR


Cevap veriyor:


-UAAA


Tekrar bağırıyorum:


- Dünya boştuur!


Balina şemsiyeye dayanıp:


- AAA?


Ben:


- Kızlar hoştur! COŞTUR! COŞTUR!


Balina gülümser gibi bir şeyler yaptı ve balinalara özgü çığlıkla:


- TRABİZOOON


diye başladı ve aynı anda devam ettik:


"KOLBASİTİSİİİ"


Tam, kolbastıyla coşarken Ketavat, geçitten geri dönmeyi denedi ya da eriyen ışığı yalamak istedi, bilemiyorum , o sırada bir ışık her yanı sardı; son gördüğüm balinanın yüzündeki çaresiz ifade ve Ketavat'ın pofuduk kuyruğuydu ve aklımda sadece kolbastı vardı.


Gözlerimi açtım, kulaklarımda nedensiz bir "hop tek hop tek oynayalum, bir o yana bir bu yana zıplayalum" ve her yanımda bir ağırlık, karşımda manşetler, sürmanşetler köşe yazıları; 3.sayfa, ekonomi ve spor haberleri ve yer yer arka sayfa güzelleriyle bezenmiş bir yer vardı. Balina yanda hareketsiz yatı- Oh. Balina devasa bir muzsal varlığa dönüşmüştü, tamamen muzlardan oluşuyordu. Geçit biraz ilerimde yavaşça göğe doğru eriyordu. Ketavat ise etrafta saf saf koşturup gazeteler üzerinde saçmalıyordu. O sırada arka taraftan gelen sesler duydum; döndüğümde ince siyah kolları ve bacakları olan yarım ekmek dönerler - ve atomlarla lahmacunlar- balinaya doğru yaklaşıyordu. Muzlar lahmacunları fark edince hemen koşuşturup dağıldılar, minik, sarı, ince uzun fare salkımları gibiydiler. Muzlar gidince muzların (ve balinanın) olduğu yerde beyaz, üzerinde iki sarı şerit olan bir kapağı olan bir kitap kaldı. Lahmacunlar ve yarım ekmek dönerler kitabı gördükleri anda dehşete düşmüşlerdi. Biri -nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde- konuştu:


- Karatay Diyeti. Yakın. Sarıları da bulup ezin. Şu geçitler açıldığından beri bu saçmalıklarla uğraşıyoruz.


Lahmacunların bir tanesi cevap verdi:


- Sarıların kabuklarını ne yapalım efendim?


Döner ekmek, "Marullara verin, onlar işlerini halleder" diye cevap verdi. Ve ben o sırada ilk olup olmadığımı merak ediyordum, Yarım ekmek döner "geçitler açıldığından beri" demişti, belki de başkaları da altını fransiyuma- KETAVAT ! YALAMA ŞU IŞIĞI!..


Burası neresi? Beyaz... Her şey beyaz gibi. Bir dakika siyah sütunlar ve başka çizgiler... Of, anladım.


Ketavat.

Aferin oğlum ya da kızım, her ne isen.

Cidden sağ ol.









2013-4, I would like it to be 2013.

bottom of page